Rıfat’ın Hikayesi, Hayatı Yakalamak (1. Bölüm)

 

Bu sıradan bir kasabanın, sıradan insanların hikayesidir. Amatörce yazdığım bu hikayeyi üç veya dört bölüm halinde burada paylaşacağım. Okuyan sabırlı insanlara şimdiden teşekkür ederim. 

 

Sokaklarında sessizliğin hakim olduğu saatlerde bütün kasaba dinlenmeye çekilmiş gibiydi. Mart ayının biraz serin, biraz da yağışlı günlerinde insanlar her zamanki işleriyle meşguldü. Kasabanın yegane lisesinde öğrenciler dersteydi. Koridorlara sınıflardan öğretmenlerin derslerle ilgili konuşmaları ve öğrencilerin uğultu halinde sesleri sızıyordu. 80’li yılların mütevaziliği her yönüyle hakimdi okulun havasına. O yıl lise son sınıfta, mezun olacak öğrenciler için her zamanki gibi sıkıcı geçiyordu dersler. Öğretmenler yine aynı şeyleri anlatıyordu. Ve özellikle  11 D sınıfı öğrencilerinden üniversiteyi hedefleyenlerin sayısı fazla olmadığı için okul onlara oldukça sıkıcı geliyordu. O gün de son ders geçmek bilmiyordu. Sanki her şey, herkes yavaşlamıştı. Öğrenciler Edebiyat Öğretmeninin verdiği örnekleri dinlerken neredeyse uyuya kalacaklardı. Ön sıralardaki birkaç gayretli öğrenci hariç dersi doğru dürüst dinleyen yoktu. Öğretmen de beş, altı kişiden başka kendisini kimsenin dinlemediğinin farkındaydı. ‘Arka sıradakiler uyumayın!’ diye ikaz ederken umutsuzca, fakat inatla anlatmaya devam etti. Yoğun bir günün son ders saatiydi ve neredeyse hepsi dakikaları sayıyordu. Nihayet biraz sonra zil çaldı ve herkes eşyalarını toparlanmaya başladı.

Arka sıralardan birinde oturan Rıfat hemen ayağa kalkarak yanındaki arkadaşına kenara çekilmesini söyledi. Elinde o günkü ders kitaplarıyla bezgin bir halde sırasından çıkıp, sınıfı ve okulu bir an önce terk etmeyi düşünüyordu. Sınıfın diğer ucundan başka bir çocuk ona seslenirken, o çoktan havasız, kasvetli ortamdan kendini kurtarıp koridorda ilerlemeye başlamıştı bile. ‘Hey Rıfo! Akşama okey oynamaya gelirsen tam dört kişi olacağız.’ Arkasına bakmadan kitaplarını taşımadığı diğer elini kaldırarak seslendi ‘Tamam, olur.’

Kalabalık bir öğrenci kitlesi okuldan ayrılırken Rıfat da sakin adımlarla okulun bahçesinden dış kapıya doğru yürüyordu. Bazılarını selamlayıp gülümsüyor, bazılarına da ters bakışlarla geçip gidiyordu. Yanından geçtiği kişilerin çoğunun onu tanıması o okul için alışıldık bir durum idi. Artık kimse bunu yadırgamıyordu. O bu küçük ilçenin Atatürk Lisesi’nin hayta öğrencilerinden biriydi işte. Haytalığıyla ün yapmış, umursamaz, yine de kimseye zararı olmayan Rıfat. Onbirinci sınıfın ikinci döneminde, henüz yazılılar başlamamışken akşamları arkadaşlarıyla buluşup birlikte okey çevirmekten başka ne yapılırdı bu sıkıcı Orta Anadolu kasabasında?

Şimdi eve gidip dinlenmek var Rıfat. Hatta biraz uyumak. Validenin yemeklerini tıkındıktan, biraz da onun dırdırını dinledikten sonra o küçük çarşıdaki kahveye gitmekten başka ne yapılabilirdi? Belediyeden yeni emekli, hafız olan babası yine televizyonda haberlere bakacak, sonra da televizyon karşısında uyuyakalacaktı. Annesi de elinde örgüsü kâh kocasına kasabanın son dedikodularını yapacak, kâh o gün ne işler yaptığını, yorgunluğunu anlatıp duracaktı. Ertesi gün ne yapacağını anlatacaktı. Belki yarın yün yorganları havalandırmak gerekecekti. Hatta yastıkların yünlerini Saime ile birlikte yıkasalar hiç fena olmazdı. Saime Rıfat’ın evli ablasıydı. Bir sokak arkada oturuyordu. Tüccardı kocası. Beş ve iki yaşlarında iki çocukları vardı. Abisi de geçen yıl evlenmişti. Onlar şehirde oturuyordu.

Bazen babası yakın köylere mevlit okumaya çağrılırdı. Sesi güzeldi. Güvenilir, sakin bir adamdı. Herkes itimat ederdi onun sözüne. Dini bir konuda takıldıkları bir şey olursa ona sorarlardı. O da dilinin döndüğünce sorularını yanıtlamaya çalışırdı. Bazen okuduğu evlerden hediye verirlerdi. Peynir, yoğurt, tereyağı, baklava, börek, kolonya, seccade, gömlek, pijama, hatta nevresim takımı falan. Pek almak istemez ama ısrarları da reddetmezdi. Eve getirince hanımın hoşuna giderdi. Hiçbir şey demeden bir köşeye kaldırırdı. Ev verilen yiyecek ve eşyalarla depo gibi olmuştu neredeyse.

O gün Rıfat ayakkabılarını çıkarıp eve adımını attığı sırada mutfaktan nefis kokuların geldiğini fark etti. Kokular ister istemez mutfağa yönlendirdi onu. Tezgâhın üzerinde büyükçe bir tepsi duruyordu. Üstü gazeteyle kapatılmış olmasına rağmen nasıl da cezbedici kokuyordu. Fırından yeni çıkmıştı besbelli. Sıcaklığını hâlâ muhafaza ediyordu. Rıfat bir kenarından gazeteyi azıcık sıyırdı ve enfes görünen börek dilimlerinden bir tanesini alıp yemeğe başladı. İkincisine başlamıştı ki annesi mutfağın kapısında beliriverdi. ‘Ellerini bile yıkamadın değil mi haylaz? Kitaplarını da yere bırakmış. Hep biz mi toplayacağız senin arkanı?’ Hiçbir şey demedi Rıfat. Elindekini bitirmeye çalışıyordu. ‘Yine babam getirdi değil mi? Bu sefer hangi cömert köylü verdi bakalım bunu? Beni niye hafız yapmadınız? Beleşten yaşardık işte böyle?’ Annesi ‘Tövbe estağfurullah!’ diyerek içeri odaya yöneldi.

Bir saat sonra Rıfat odasında uzanmış hayal kuruyordu. Uyumak istemiyordu. Uyursa uyanamayacağını biliyordu. Hep mutlu ve zengin olma hayalleri vardı onun. Nasılsa olmak işte. Sonuçta herkes mutlu olmak, rahat yaşamak için çabalamıyor muydu? Ama nasıl? Belki büyük bir şehre göç etmek, bu sıkıcı yerden kurtulmak gerekirdi. Nasıl olsa orada bir yolunu bulabilirdi. Bazen yatağına uzandığı böyle zamanlarda hayatı sorgulardı Rıfat. Neydi bu hayatın amacı? Bu küçücük kasabada doğup, güç bela liseyi bitirip, sonra da ananın babanın gösterdiği yoldan gitmek mi? Yani belki baba sermayesiyle ufak bir dükkân açıp, geçinip gitmek mi? Ve evlenip çoluk çocuğa karışmak. Ya da eniştesinin abisine yardımcı olduğu gibi, kendisine, yani Rıfat’a da torpil bulup şehirde bilmem hangi devlet dairesinde çalışmak mı yıllarca? Sonra da emekli olmak. Günü gelince de ölüp gitmek… Belki de komşunun oğlu Hasan Abi gibi daha iyi yaşamak için Almanya’ya göç edip orada çalışmak daha iyiydi. Herkes ufak tefek farklılıklarla aynı hayatı yaşıyordu aslında. Herkes kendi bekası, kendi rahatı için çalışıyordu. Peder bile öyleydi. Güya dini kuvvetli, hafız bir adamdı. Mevlitlere gider, Ramazanda hatimler indirirdi. Ama o bile Kur’an okuyup etraftan hediyeler topluyordu işte. Kendi hayatı için yapıyordu bunu. Allah’ın kitabını kendi çıkarına kullanmıyor muydu? Bir de o günah, bu günah diye anlatıp duruyordu. ‘Baban sizin için uğraşıyor’ deyip duran annesi de mazeret beyan ediyordu durmadan. Ne annesine, ne de babasına laf anlatacak değildi. Böyle dindar olmaktansa olmamayı tercih ederdi.

Ara sıra akşamları ‘Ben biraz dolaşacağım’ diye söyleyip kahveye giderken babası ‘Nereye?’ diye sormuyordu bile. İkisi de ‘Geç kalma!’ demekle yetiniyordu.  Ama keşke sorsalardı. Keşke biraz karşılarına alıp onunla konuşsalardı. Oysa kendisiyle konuşulan laflar genelde belliydi. ‘Hadi kalk! Okula geç kalacaksın.’ ‘Ellerini yıka.’ ‘Dersin yok mu senin?’ ‘Oğlum yatağını, odanı topla biraz.’ Zaten anne ve babasının, hatta ablasının konuşmaları hep aynıydı. Hiç değişmek istemez miydi insan? Ama Rıfat öyle olmayacaktı. O farklıydı. Herkesten farklı bir hayat yaşayacaktı.

Kahveye takıldığını annesi de, babası da biliyordu. Her nedense bilmezden gelirlerdi hep. Aynı şekilde sigara içtiğini de… Evdeyken gizlice mutfağın balkonuna çıkıp içtiğinin farkındaydı babası. Neden hiç ses çıkarmıyordu. Arkadaşlarına bunu anlattığı zaman bir keresinde bir tanesi demişti ki; ‘Sen de daha ne istiyorsun be? Bizimkiler kızıyorlar da iyi mi oluyor yani? Babam sigara içtiğimi falan ilk öğrendiğinde önce uzun bir nutuk çekti. İkinci defa yakalayınca dövmek istedi. Annem araya girmeseydi iyi bir dayak yiyecektim. Sanki bırakacak mıydım o dövünce? Ne değişecekti?’ Arkadaşı Ali’nin son cümlesi kulağına yankılandı: Ne değişecekti… Değişmeyecekti… Ulan bir şeylerin değişmesi lazım be! Bunu birkaç saniye Ali’nin yüzüne dalgın dalgın baktıktan sonra hafiften yüksek sesle söyledi. O sırada yan masada oturanlar da ona bakıp güldüler. ‘Sen değiştir koçum!’ diye seslendiler masada oturanlardan biri. ‘Ben bu yaşıma geldim, değişen hiçbir şey göremedim.’ Gülüşmeler bitince herkes oyuna veya masadakilerle sohbet edip çay içmeye devam etti. Her zamanki gibi. Rıfat’ın yanında oturan Hamit önünde dizmiş olduğu taşları diğerlerine gösterecek şekilde masaya kaydırdı. Oyunu bitmişti. Kaybeden iki kişi çay paralarını ödediler ve dışarı çıktılar.

Dışarıda insanın yüzüne çarpan bir soğuk vardı. Bir müddet birlikte yürüdüler gecenin tenhalığında. Elleri ceplerindeydi. Ali yine gevezeliklerine devam ediyordu. Diyordu ki; halasının oğlu İstanbul’dan kocaman bir teyp getirmiş. Sesini birazcık açsan bile mahalleyi inletirmiş. Yarın okul çıkışı gidip bakmaya ne derlermiş. Rıfat komşu oğlunun geçen yaz Almanya’dan getirdiğiyle benzer bir şey olabileceğini söyledi. O da öyle azıcık açınca bile bangır bangır ortalığı zıplatıyormuş. Yol boyunca benzer gevezelikler yaparak ilerlediler. Nihayet evine yaklaşan diğerlerinden ayrılıp kendi sokağına sapıyordu. Rıfat da arkadaşlarına iyi geceler dileyerek ayrıldı. Bu kasabanın, tekdüze yaşayan insanları evlerinde yavaş yavaş yatmaya hazırlanırken o da evinin merdivenlerini uykulu adımlarla tırmanmaya başladı. Kapının önüne geldiğinde de cebindeki anahtarla açıp sessizce içeri girdi.

Oturma odasından sesler geliyordu. Her zamanki gibi televizyon sesi, anne ve babasının arada bir konuşmaları… Hiç yine aynı lakırdıları işitmek istemediği için direk kendi odasına geçmek istedi. Fakat yavaş da olsa duymuşlardı ayak seslerini. Babası seslendi ‘Rıfat, yine niye gittin akşam akşam?’ ‘Napayım baba?’ ‘Yüzünü bile göremiyoruz. Akşam ben gelmeden çekip gitmişsin.’ Rıfat kanepenin kenarına eğreti gibi ilişti. ‘Sıkılıyorum baba. Kalıp sizinle televizyonda türküler, şarkılar mı seyredeyim? Yoksa komşu ya da akrabalar misafir gelince onlarla sohbet mi edeyim?’ Babasının sinirlendiğine çok az şahit olmuştu. Her defasında aynı tepkiyi veriyordu. Evde oturmaya biraz alışması gerektiğini, artık olgun bir delikanlı olduğunu, belki yakında evleneceğini, lisenin de bitmesine az kaldığını, sonra bir işe gireceğini, kısacası sorumluluk almayı öğrenmesi gerektiğini söylüyordu. Rıfat hep sessizce dinliyordu babasını. Saygısızlık yapmazdı. İçinden çok şey söylüyordu aslında. Dillendiremediği şeyleri belki hissediyordu: Sen çok mu sorumluluk sahibisin baba? İyi insan olmayı, bir işe yaramayı öğrettiniz mi bana? Abim de aynı değil mi? Yengem de abimin hep kahveye gittiğinden şikâyet etmiyor mu? Okulda hocalar bile bizim sınıftan ümidini kesmiş. Geçen sene futbol takımına girelim dedik, bizden kimseyi almadılar. Allah’ın futbolu ya! Onda bile oynayamaz mıyız sanki? Hep bir fazlalık olarak görüldük biz.

Rıfat babasına düşünceli bir şekilde bakıyordu. ‘ Ne oldu oğlum? Niye öyle bakıyorsun? Haksız mıyım? Bir şey desene!’ Sakin sakin karşılık verdi Rıfat ‘Uykum geldi baba.’ ‘Hadi git uyu o zaman.’ Annesi ‘Karnın aç mı?’ demekle yetindi. ‘Hayır. Aç değilim. İyi geceler.’

Birkaç hafta sonra sınavlar başladı. Edebiyat, Tarih, Matematik, Kimya, Coğrafya… Daha bir sürü ders vardı çalışılacak. Ne diye bu kadar zordu bu dersler? Ne işe yarayacaktı sonra acaba? İlk sınav Tarih dersinden idi. Tabi bizim Rıfat doğru dürüst çalışmadı. Sadece önemli birkaç savaş ve onların tarihlerini ezberledi. Ezberlediklerini de karıştırıyordu. Bu yıl lise bitecekse biraz kafayı çalıştırmak gerekti. Arkadaşlarıyla birlikte bir karara vardılar. Sınıfın en haylaz grubu olarak birlikte aldılar bu kararı. Dört kişilerdi. Ali, Hamit, Orhan ve Rıfat. Sınavlarda yardımlaşacaklardı. Hoca arkasını dönünce birbirlerine söyleyecekler, ufak kâğıtlara kopyalık hazırlayıp birbirlerine verecekler ya da becerebilirlerse yazılı kâğıtlarını değiştireceklerdi, birbirlerinin eksiklerini tamamlamak için. Tabi bakalım planladıkları gibi yürüyecek miydi? İlk sınavda, yani Tarih dersinin sınavında işler yolunda gitti. Öğretmen zaten fazla gezinmezdi sınıfta. Masasında otururdu. Yine aynı şeyi yaptı. Bizimkiler de rahat rahat kopya çekebildiler. İkinci sınavda da, yani Kimya dersinde yine planları tıkır tıkır işledi. Rıfat formülleri küçük bir kâğıda yazmıştı. Diğerleri de tanımları, açıklamaları aynı şekilde ipuçlarını verecek şekilde yazmış ve yine yardımlaşarak çalışmışlardı yazılı esnasında.

Coğrafya sınavında ise bazı talihsiz olaylar oldu. İstanbul’dan tayinle geçen sene okula gelen bu 30lu yaşlardaki kadın 11D sınıfını zaten hiç sevmiyordu. Ders anlatırken de durmadan bağırıyordu sınıfta. Gayet sinirli ve dikkatli olan bu kadın imtihan sırasında da hiç sakin durmadı. Hep arka sıralarda dolaştı. Bir ara ön sıralarda oturan bir kız öğrencinin sorduğu soruya cevap vermek için yanına gittiği sırada Orhan Ali’ye elindeki küçük kopyalık kâğıdı vermeye yeltendi. Ama öğretmen hemen o tarafa baktı ve Orhan çaktırmadan önüne döndü. Neyse ki öğretmen görmemişti. Başka bir zaman da yine bir öğrencinin sorusuna cevap vermek için o tarafa yöneldiği sırada bu defa Rıfat aynı kâğıdı almak için önünde oturan Orhan’ın sırasına uzandı. Bu sefer fark etti öğretmen. Hemen hışımla Rıfat’ın yanına gitti. Bağırarak ‘Napıyorsunuz siz burada?’ Sınıfta herkes onlara bakıyordu şimdi. ‘Hiç… Hiçbir şey’ dedi Rıfat. Elindeki küçük kâğıdı buruşturup yere atmıştı. Attığını ilk önce görmedi öğretmen. Fakat Rıfat ayağıyla kâğıdı sürüklerken gördü ve kâğıdın çıkardığı incecik ses o sessiz ortamda duyuldu. Öncekinden daha güçlü bir sesle bağırdı bu defa ‘Kalk ayağa!’ Bir iki saniyelik bir sessizlik… ‘Kalk!’ Kalktı… Elleri önünde biraz tedirgin, biraz suçlu bir halde. ‘Ver şu yerdeki kâğıdı!’ ‘Hangi kâğıdı?’ ‘Anlamazdan gelme! Yerdekini diyorum. Ayağınla geriye ittirdiğin kâğıdı.’ ‘Şimdi b..u yedin Rıfat!’ diye geçirdi içinden. Eğildi ve çaresizce alıp öğretmene uzattı. Öğretmen eliyle buruşuk kâğıdı düzeltip okudu. Biraz alaylı bir sesle ‘Vay be! Ne kadar becerikli öğrencilerimiz varmış.’ Hemen Orhan ve Rıfat’ın sınav kâğıtlarını aldı. ‘Siz ikiniz tahtaya çıkın zil çalan kadar da orada bekleyin. Teneffüste müdür beyi ziyaret edelim bakalım birlikte.’

Yirmi yedi kişilik sınıf şimdi daha sessiz ve tedirgin yazılıya devam ediyordu. Herkes üzülmüştü arkadaşlarının başına gelenden dolayı. 10 dakika kadar sonra zil çaldı. Herkes kalemleri bıraktı. Bütün yazılı kâğıtlarını teslim alan öğretmen tahtada beklettiği iki öğrenciye kendisini takip etmelerini söyledi. Müdür Bey meraklı gözlerle baktı iki öğrenciye ve Coğrafya öğretmenine. ‘Hayrola Zehra Hocam?’ ‘Bu ikisi yazılıda birbirlerine kopya veriyorlardı. Bu küçük kâğıda yazmışlar. Birbirlerine verirlerken yakaladım.’ ‘Kimin elindeydi bu kâğıt?’ ‘Rıfat yere attı ben görmeyeyim diye. Onun ayağının yanındaydı. Müdür küçük kopyalık kâğıda baktı ve ‘Kimin yazısı bu?’ ‘Benim efendim’ diye yanıtladı Rıfat. ‘Ee kopyayı da Rıfat çekti öyleyse.’ ‘Fakat ikisinde de bir hareketlilik sezdim. Ben ön sıralardaydım. Dönüp bunların tarafına bakınca Rıfat Orhan’dan sanki bir şey alıyormuş gibi bir hareket yaptı. Yanlarına gidince de Rıfat’ın tarafında yerde buldum.’

İki çocuk sessizce beklemeye devam ettiler. Müdür Bey’in ne söyleyeceğini merak ediyorlardı. Her ikisine de hitaben soruldu: Bu kopyalığı hanginiz hazırladınız? İkiniz de baktınız mı? Önce bakışlar Rıfat’a yöneldi. Biraz kekeleyerek verdi cevabını ‘Benim o yazı hocam. Ben yazdım.’ Sonra da Orhan konuştu biraz utanarak, duyulur duyulmaz bir sesle ‘ Benim değil hocam o yazı. Ben yazmadım. Ben bakmadım.’ Müdür Bey’in yüzünde alaylı bir gülümseme belirdi. Öğretmen Rıfat’ın hemen kendini ortaya atmasına, Orhan’ın kendini kurtarmaya çalışmasına şaşırmıştı. ‘Peki, o zaman her ikisinin yazısının da karşılaştıralım. Bakalım gerçekten Rıfat mı yazmış.’ ‘Karşılaştırın tabi hoca hanım. Haksızlık olmasın. Kiminse ortaya çıksın. Eğer gerçekten Rıfat’ınsa o gider disipline. Ama Orhan’ın ise ki buna ihtimal vermiyorum, o zaman her ikisi de gider.’ ‘Tamam, teşekkür ederim’ dedi öğretmen. Müdürün odasından çıkarken Rıfat büyük bir hayal kırıklığına uğramıştı. Kendisi gerçeği şakır şakır söylerken samimi arkadaşlarından biri olan ve akşamları beraber takıldıkları Orhan birlikte kopya çektiklerini inkâr etmişti. Yani onu satmıştı arkadaşı. Hiç böyle olacağını aklına getirmemişti. Yakalanması umurunda bile değildi. Fakat güvendiği bir arkadaşından böyle vefasızlık görmesi onu yaralamıştı. Orhan ise her ne kadar arkadaşından utansa da kendisinin bu işten kurtulduğuna sevinmişti. Müdürün ‘Ama Orhan’ın ise ki buna ihtimal vermiyorum…’ sözleri Rıfat’ın kulağında yankılanıyordu. Akşamları bazen ilçedeki beyaz eşya bayiliği yapan Orhan’ın babasıyla lise müdürünün birlikte yaptıkları içki âlemleri aklına geldi. Orhan babasından hep çekinirdi.

O günden sonra Rıfat’ı öğretmenleri diğer yazılılarda hep en ön sıraya oturttular. Tabi hiç kopya çekemedi. Bütün öğretmenlerin gözü onun üzerindeydi. Sanki sınıfta ondan başka kopya çeken yokmuş gibi kabak onun başına patlamıştı. Aldırmaz görünse de hem öğretmenlerine, hem de arkadaşlarına kızıyordu. O Orhan’ın yaptığını yapmamıştı. Kimseyi satmamıştı. Artık daha çok yalnız kalmaya başladı sınıfta. Teneffüslerde kendi başına geziyordu. Bir tek Ali’yle bazen akşamları kahveye gidiyorlardı o kadar.

Aradan iki hafta kadar geçti. Okulda olan olaylardan henüz evdekilerin haberi yoktu. Bir gün annesi Nuriye Hanım mutfakta yemek yapıyordu. Aklında hep Rıfat… Şu oğlan hayırlısıyla bi okulu bitirse de işe girse, sonra da eversek şunu. Evde kalan tek çocuk Rıfat olduğu için konu hep oydu. Okuyacağından kimsenin umudu yoktu. En azından doğru yolunda, işinde gücünde bir adam olsun yeterdi. Bu küçük kasabada kimse çocuğundan fazla bir şey beklemezdi.

Nuriye Hanım tam da oğlunu düşünürken okuldan eve geldi Rıfat. Elinde bir zarf vardı. Göz göze gelmeden zarfı annesinin eline tutuşturdu. Okuma yazma bilmeyen annesi endişelenerek ‘Ne bu? Ne yazıyor içinde? Oku bakayım’ diye oğluna geri verdi. Oğlan isteksizce açtı zarfı. Okumaya başladı: Oğlunuz 11/D sınıfından Rıfat Yılmaz’ın 15 Mayıs tarihinde yapılan Coğrafya sınavında kopya çektiği tespit edilmiştir. Disiplin kurulunun aldığı karar sonucunda 02-04 Nisan tarihleri arasında toplam üç gün olmak üzere okuldan uzaklaştırma cezası verilmiştir. Bilginize…’ Öyle sakin okudu ki bahsedilen kişi sanki kendisi değildi. Annesi ise elinde ayıkladığı ıspanakları bir kenara bıraktı. Birkaç saniye dondu kaldı. ‘ Ne dedin sen? Nolacak şimdi? Kopya mı çektin? Ne diyeceğiz şimdi babana? Tam okuldan mezun olacakken olur şey mi bu?’ Rıfat huzursuzluk hissetmeye başladı. Bu zarf adrese postayla gelmişti. İlk bulan da kendisiydi aşağıda giriş kapısının önünde. Ne yırtıp atmayı, ne de saklamayı düşündü. Olan olmuştu zaten. Ailesinden gizlese eninde sonunda babası çarşıda arkadaşlarının babalarından duyardı. Küçük yerdi burası. İnsan hapşırsa, nezle olsa bile neredeyse herkesin haberi olacaktı. Hem belki saygıdeğer, hafız, belediyeden emekli babası onunla bu olay sayesinde biraz ilgilenirdi.

Annesinin üzüldüğünü gören Rıfat ‘Bi tek ben mi çekiyorum kopya sınıfta ya? Neredeyse sınıfın yarıdan çoğu çekiyor. Ama ben dikkatsizliğimden yakalandım işte. Zaten Coğrafyacı karı cadının teki. Diğer hocalar son sınıftayız diye bile bile göz yumuyorlar. Bu kadın hasta mıdır nedir? Bu saatten sonra bize napacağımızı öğretecek. Kopya çekmeyen enayi anne. Anladın mı? Sınavlar kimsenin umurunda değil.’ Bu sözleri duyan annesi kızgın bir ifade takındı yüzüne ve bağırmaya başladı. ‘Öyleyse niye gönderiyoruz sizi okula be? Hem hiçbir şey öğrenme, derslerini çalışma, hem de orada daha çok üçkâğıtçılık öğren. Zaten sigara içmeye de okuldaki arkadaşların yüzünden başlamadın mı? Bana bak! Yüzdün yüzdün, güç bela kuyruğuna geldin. Ne yapıp edip bu liseyi bitirmek zorundasın. Akşama babana da anlatırsın artık bu laflarını. Şimdi hadi git odana O zarfı da masanın üstüne bırak.’ Kadın işine geri döndü. Bu arada söylenip duruyordu. Hatta Rıfat odasında üstünü değiştirirken bile annesinin söylendiğini duyuyordu. Ne olacaksa olsun diye düşündü. Şimdiye kadar bir kere okula gitmediniz, karşınıza alıp konuşmadınız. Babamın söylediği anca ‘Oğlum namaz kıl. Kocaman adam oldun. Derslerini çalış! Çok gezme!’, annemin de lafları hep belli zaten ‘Çabuk gel! Yemeğini ye! Üstünü değiştir! Ellerini yıka…

Hep aynıydı hayat onların evinde. Akşamları bazen akrabalar gelirdi. Bazen akrabalara gidilirdi. Ertesi gün de önceki gece görüşülen akrabaların dedikodusu yapılırdı. Ablasının da evinde farklı şeyler olmuyordu. Sadece canı sıkıldığında yeğenleriyle vakit geçirmek için okul çıkışları bazen ablasının evine gidiyordu. Büyük yeğeni Mustafa’yla sıkı bir güreş tutarlardı. Çoğu zaman çocuk mutlu olsun diye Rıfat yenilmiş gibi yapardı. Ablasının demlediği çay ve onunla ettiği sohbeti çok severdi Rıfat. Ablası anlıyordu onun dilinden. Kızmıyordu, eleştirmiyordu onu annesi gibi. Sadece tatlılıkla öğütler vermeye çalışıyordu. İçini dökebildiği bir o vardı zaten. ‘Babam bizimle de hiç konuşmazdı. Hep annem aracılık yapardı’ diyordu ablası. ‘Konuşmayacaksa niye çocuk yapmış o zaman?’ dedi bir gün Rıfat. Her gün evden çıkıp arkadaşlarıyla gezmesin de ne yapsaydı acaba? Yaşadığı boşluğu, içindeki yalnızlığı başka ne şekilde dolduracaktı? Bir gün kararlılığını sesinden belli edercesine haykırdı ablasına: ‘Ben baba olursam böyle olmayacağım.’

Okuldaki kopya olayından babasının haberi olduğunda Rıfat henüz yeni uyumuştu yatağında. Aniden gürültüyle girdi yanına babası. Elinde de okuldan gelen kâğıt vardı. Sesini yükselterek ‘Bu ne bu? Bunu nasıl yaparsın oğlum? Hafız Abdullah’ın oğlu kopya çekmiş, ceza almış diyecek herkes?’ Uyku sersemliğiyle kendine gelmeye çalıştı Rıfat. Ayağa kalktı. Ellerini önünde birleştirerek alçak bir sesle ‘Kusura bakma baba. Bir hata yaptım.’ ‘Ben bu kusura bakarım Rıfat Efendi. Tam mezun olacak zaman böyle şey yapılır mı?’ ‘İkmale kalmamak için baba… Coğrafyayı hiç anlamıyorum zaten.’ Sonra daha alçak bir sesle ilave etti: ‘Hem aslında herkes kopya çekiyor. Biz hocanın gözüne battık.’ ‘Özrü kabahatinden büyük. Orhan’ın babası çarşıda herkese anlatmış. Yarın eniştenle görüşeceğim bi hal çaresi bulacağız. Herkes hafızın oğlu kopya çekmiş, ceza almış, diyor.’ Annesi odanın kapısında bekliyordu. Çok üzgün görünüyordu. Babası söylene söylene odadan çıktı. ‘Sakın bir daha vukuat duymayacağım. Anladın mı?’ Kapıyı çarpıp çıktı Hafız Abdullah Efendi. Çoktandır babasını böyle kızgın görmemişti.

Odasında yalnız kalınca düşünmeye başladı. Babası kendi itibarı söz konusu olduğunda nasıl da ilgileniyordu? Söyledikleri kafasının içinde yankılandı: Herkes hafızın oğlu kopya çekmiş, ceza almış, diyor. Demek öyle ha? Hafızın oğlu… Şimdiye kadar sigara içmesine, kahveye gitmesine bu kadar sinirlenmeyen babası neden bu olaya bu kadar kızmıştı? Bir hata yapmıştı ve herkes bir anda farklı bir yüzle karşısına dikilmişti. Okulda, evde herkes birdenbire tavır değiştirmişti. Belki de bardağı taşıran son damla olmuştu. Kasabadaki itibarlı şöhretini göz önüne almasaydı bu kopya olayı ve aldığı ceza da belki babasının umurunda olmayacaktı. Kim bilir? Rıfat veya diğer çocukların görevi babalarının herkesin önünde rezil etmemek miydi? Evlatlar sadece babaları gururlansın diye mi vardı? Peki babaların vazifesi neydi? Bir tek çalışıp para kazanmak mı? Evin erkeği diye boy göstermek mi? Annesi desen zaten hiçbir şey düşünmezdi. Düşünmez, sadece iş görürdü. Demek erkekler hizmetçilik yapsın, çocuk doğursun diye kızlarla evleniyorlardı. Evlilik şirket gibi bir şeydi demek. Çocuklar da evin dekoru, eğlencesi işte. Bir iki saat uyku tutmadı. Pencereyi açtı ve bir sigara tüttürdü. Gökteki yıldızları ve ayı seyretmek biraz olsun onu sakinleştirdi. Nihayet yenik düştü uykuya…

Ertesi gün Rıfat’ın okuldan yeni geldiği sırada babası de eniştesiyle geldi eve. Kasabanın sayılı zenginlerinden olan eniştesi Rıfat’a manalı gözlerle baktı ve ‘Nasılsın?’ diye sordu. O da babası gibi fazla konuşmazdı. Zenginliğinden olsa gerek biraz kendini beğenmiş gibi dururdu sanki. Rıfat’la ilişkileri genelde resmi idi. Pek sevmezdi eniştesini. Genellikle o evde yokken ablasını ziyaret ederdi. Eniştesinin sorusuna ‘İyidir’ diye cevap verdi. Babası konuya hemen girdi. ‘Enişten müdürle ve öğretmenlerle görüşmüş. Disiplin cezasını kaldırmak mümkün değilmiş. Ama yıl sonunda zaten cezalar siliniyormuş. Eğer bir daha hata yapmazsan bütün derslerinden geçecek ve mezun olacaksın. Sadece dikkatli olacaksın ve öğretmenlerine saygısızlık yapmayacaksın.’ ‘Ben saygısızlık yapmıyorum.’ ‘Sus konuşma! Hadi şimdi teşekkür et eniştene. Dediklerimi de unutma!’ Eniştesi Ayhan Bey otuz,otuz beş yaşlarında bir adamdı. Ablasından 10 yaş büyüktü. Genç olmasına rağmen saçları epey dökülmüştü. Kasabada sözü geçen biriydi. Okul müdürüne de alışverişlerinde hep kolaylık sağlardı. Öğretmenlerden de hemen hemen kendisini tanımayan yoktu.

Alay edercesine sırıtıyordu Rıfat’a bakarak. Küçümseyerek… Hep öyle bakardı zaten. Onun bu bakışlarından nefret ederdi Rıfat. Babası ‘Hadi’ diye ısrar etti. O zaman istemeden söylenmesi gerekeni söyledi: Teşekkür ederim. ‘Akşama ablan yemeğe çağırdı. Hepimiz gidiyoruz. Başka bir yere gitmek yok ona göre.’ Eniştesi hoşça kalın deyip ayrıldı oradan.

O akşam yemekte bazı kararlar alındı. Konu Rıfat idi. Babası ‘Lise bittikten sonra bu çocuğun bir şeyler yapması lazım.’ Eniştesi Ayhan Bey ‘Endişelenme baba. Düşünürüz bir şeyler.’ Demek, düşünürüz bir şeyler, ha? Hep şu enişte bey mi düşünüp, karar verecek bizim ne yapacağımıza? Ben kendim bir şeyler yapmak istiyorum. Ama nasıl? Bir becerebilsem zaten beni buralarda kimse tutamaz.

Okulda ilk sınavlar bitti. Daha sonra ikinciler, üçüncüler de geçti gitti. Yaz tatiline az kalmıştı. Rıfat’ın notları vasattı. Hatta birkaç dersten kalıyordu. Fakat hatırlı esnaflardan olan Ayhan Enişte aynen söz verdiği gibi onu kalmaktan kurtardı. Müdürle ve kaldığı derslerin öğretmenleriyle tek tek görüştükten sonra Rıfat bütünlemeye falan kalmadan doğrudan sınıfı geçti ve mezun oldu. Hiç kimse daha ilerisini, yüksekokulu okuyup okumayacağını sormuyordu bile. Aileden okuyan yoktu ki zaten. Eh Rıfat ’da pek başarılı olmadığına göre sorulmaması normaldi. Okulun son haftaları biraz daha hareketli geçti. Arkadaşlarıyla birlikte pikniğe gittiler. Üstelik pikniklere başka bir sınıfla, yani 11/C ile beraber gittiler çoğu kez. Her defasında O sınıfın kızlarından Zeliha’da vardı. Rıfat sırf onu görebilmek için gitti. Ne güzel bakışları vardı Zeliha’nın. Bir keresinde kızla konuşma şansı da yakaladı. ‘Merhaba.’ ‘Merhaba.’ ‘ Şöyle yürüyelim mi biraz?’ Ürkek ve utangaç bir sesle karşılık veren Zeliha, hafifçe gülümsedi; ‘Tamam, olur.’ ‘Eh okul bitiyor. Ne yapmayı düşünüyorsun?’ diye sordu Rıfat. ‘Bilmiyorum. Yazın köye gideceğiz. Tarlada bir sürü iş var. Sonra da dükkânda dedeme yardım ederim belki. İyice yaşlandı’ Zeliha’nın babası yoktu. Hastalanıp ölmüştü birkaç sene önce. Annesi ve bakkal dükkânı olan dedesiyle birlikte oturuyorlardı. ‘Ya sen? Sen ne yapmayı düşünüyorsun?’ ‘Doğrusu ben hiç bilmiyorum. Senin gene bir düşündüğün var. Benim hiç yok.’ ‘Ben senin yerinde olsam şehirde iş bulup buradan giderim. Abin de var hem orada. Sen erkeksin. Erkek için gitmek daha kolay.’ ‘Doğru haklısın. Buralarda hayat yok. Gitmek en iyisi. Peki sen de ister misin gitmek?’ ‘İnsan istemez mi?’

O gün o konuşma hep Rıfat’ın aklına takıldı. Gitmeliydi evet. Bunu kendisi de pek çok kereler düşünmüştü. Ama nasıl yapacağını ve giderse nasıl iş bulacağını bilemiyordu işte. İyi kızdı Zeliha. Sakin ve mütevazı. Öyle başka kızlar gibi geveze, şımarık değildi. ‘Seninle ilgili bir şey duymuştum…’ diye çekinerek sordu Zeliha. ‘Şu kopya olayını mı diyorsun?’ ‘Affedersin. Yani eğer rahatsız olduysan hiç bahsetmeyelim.’ ‘Yo önemli değil. Zaten duymayan kalmadı. Orhan’la birlikte yakalandık ama fatura bana kesildi işte.’ ‘Biliyorum. Sizin sınıftaki kızlar anlattı. Bence çok haksızlık olmuş. Onun da ceza alması gerekiyordu.’ ‘Boş ver. Ne fark eder? Doğru olan bir şey kaldı mı sanki? Nasıl olsa herkes mezun oluyor.’

Bir müddet sessizce yürüdüler. Ilık ılık esen ilkyaz rüzgârları Zeliha’nın uzun kahverengi saçlarını dalgalandırıyordu. Yemyeşil olmuştu çimenler. Kuşların tatlı nağmeleri insanın içine ayrı bir huzur veriyordu. Buraların engebeli ve çamlarla kaplı arazisi baharda ve yazın o çevrede yaşayanların en çok geldiği, piknik yapıp, hoş vakit geçirdiği yerlerdi. Kışın da ayrı güzel oluyordu çam ormanı. Bembeyaz karların yorgan gibi örttüğü ağaçlar ve toprak güzelliği ile uzaktan görenleri büyülüyordu. Onlar yürürken arkadaşları birlikte top oynuyorlardı.

Kalabalığın yanına vardıklarında Orhan’la göz göze geldi Rıfat. Orhan’ın yüzünde biraz alaylı bir sırıtma belirdi. Sonra yanında duran Ahmet’in kulağına eğilip bir şeyler söyledi. Rıfat aldırmadı. ‘Görüşürüz’ diyerek Zeliha’dan ayrıldıktan sonra Ali’nin yanına gitti. Fakat Zeliha kıpkırmızı kesildi. Bir süre yalnız, olduğu yerde dikildi. Ne yapacağını bilemeden öylece birkaç dakika aynı yerde durdu.

O yaz ilk zamanlar oldukça sıkıcı geçti. Rıfat akşamları çoğu zaman arkadaşlarıyla buluşuyor, geceleri geç yattığı için öğleye doğru kalkıyordu. Yapacak fazla bir şey yoktu. Birkaç günlüğüne abisine kalmaya gitti. Şehirde biraz gezdi. Ama bir meşgale olmayınca şehirde de sıkılıyordu insan. Bir süre sadece gezip tozmak için dolaştığı şehrin caddelerini bu kez iş aramak için dolaşmaya başladı. Eğer iş bulabilirse hem para kazanır, hem de biraz çevre edinir, gelecekteki hayatı için planlamalar yapabilirdi. Bu düşüncelerle bir gün bir kitapçı dükkânının vitrininde yardımcı eleman arandığına dair bir ilan gördü. Hemen içeri daldı. Sahibi 60lı yaşlarda, babacan bir adamdı. Güvenilir birine benziyordu. Öğretmenlikten yeni emekli olmuş, tecrübeli ve kibar bir beydi. Rıfat durumunu anlattı. ‘Ben kalıcı bir yer bulana kadar abimlerde kalabilirim.’ Deyince adam bunun problem olmayacağını, dükkânında kalacak bir yer ayarlayabileceğini söyledi. ‘Yeter ki işini iyi yap sen. Sana güvenebileyim yeter ki.’ (Devam edecek)

One thought on “Rıfat’ın Hikayesi, Hayatı Yakalamak (1. Bölüm)

  1. Pingback: Hüzünlü Bir Hikaye | Derin Vadiler

Leave a comment